Pazartesi, Ekim 25, 2010

giderayak'a ithafen

zor oluyor, gerçekten zor. biliyorsun ki gidiyor. boynunu eğmen, nefes alman ama en çok anlaman çok zor.

onun için güzel geliyor, gitmek. yaşamadığı tatlar var. 'ıslak güvertelerinde kaymadığı güzel kadınlar', deneyimlemediği anılar var. kalanlar da birden güzel gelmeye başlıyor giderayak. kavgalar, tartışmalar, şiirler bir başka güzel geliyor ona.

zorlanıyor. ardına bakmaktan korkuyor, bakarsa gidemeyecek. gözlerine bakacak. gözlerinin içinde kendini bulacak. içinde istemeden beslediği yaratığı yeniden görecek. gözlerinden, senden, kendinden kaçmalı. ama zor, anlaman çok zor. ileriye de bakamıyor, ufuk korkutuyor onu. cesareti yok. geçmişi ona cesaret veremiyor. onun geçmişi sendin. geleceği sen olursan kuvvetlenebilir. önüne bakıyor. bakacağı başka bir yer yok.

ama öyle çekip gidemiyor işte. anlamaya başlıyor. insanları nasıl boş yere kırdığını, kalbini nasıl paramparça bıraktığını. aslında kendisi için ne kadar değerli olduğunu anlamaya başlıyor. nelere geç kaldığını, nelere geç kaldığını sanarken yanıldığını anlayacak. keşkeleri olacak hep. giderayak düşünülenler çok zor. senin onu anlamansa, daha zor.

o yüzden vedasız gidecek. birden bire çekip gidecek. ceketi sırtında, ağzında bir cigara, yormadan gidecek.

keşkelerini yanına alırsa, yolda yükü bir hayli fazla.

boş ver be nazım baba, daha oymadın fincanı. kaçıncı kadehtesin daha, kal birazcık. dünyanın en güzel şarkısı çalmadı daha nazım baba! dahalar ne kadar artar bilemezsin. beyaz kalın bileğinden bir kerecik daha öpüver pirayenin. ne? çekilmez bir adammıymışsın! o senin kuruntun babacım, her zamanki gibi haksızım da ne oluyor be baba? otur, gitme. daha yapacak işlerin var. gitme nazım baba, gitme sen kal bari be. rakını fondiple. bir duble de benden olsun. bak varnadaki gibi, domates, yeşil biber, kalkan tavası, ahbapça, kardeşçe konuşuyorduk  ne güzel. hani ağlamak yoktu kızım diyorsun, gözüme batacakmış sürmelerim. hayır ağlamıyorum, allah belamı versin ağlamıyorum, üzülme. bak gün doğuyor'muş' hadi beraber kalkalım. çok şükür yaşıyoruz işte. tek başına gitme nazım usta, hava soğuk, teklemesin ciğerlerin yine. zahmet ne kelime, laflarız yolda. ben de açılırım biraz. peki babacım, aklım kalacak ama, içimde bir sıkıntı var. korkuyorum.


daha doymadık sevdalara bilesin.

alo?

biraz önce telefon çaldı. yatıyordum. kalkıp açmak istemedim. bu saatlerde uyumak istiyorum artık. hava kararınca, içimdeki şeytanlar odaya dökülüyor. gözlerimi kapıyorum ki uyudum sansınlar. uğraşmasınlar benimle. içimdeki çocukları, şeytanlaştırdın. 

annem de uyuyordu. uyanmasın diye kalkıp açtım telefonu. alo, birkaç saniye ses gelmedi. efendim, yine ses yok. belki burada kapamalıydım. normalde kapatılır, ses yok işte. aloooo, alooooo! ses verme ne olur, sen ol o, sadece beni duymak için aramış ol, lütfen. biraz çıtırtı, sesim mi gelmiyor, alooo, ses yok. kalbim hızlandı. ellerim titremeye başladı. aynaya baktım. gözlerim mi parlıyor? alooo, ses etme, evet sensin, sus ol, sus. 


koşarak geliyorsun ankesörlüye. koşmaktan daha fazla sebep var yüreğinin hızlanmasında. hayır, kaza haberi için değil. hissediyorsun. kötü bir şeyler olacak. her şeyi öğrendim diyorum. bir bir anlatıyorum, kuzgunun yazdıklarını, susuyorsun. susma, saçmalık bunlar de. o ben değildim de. ben değildim. ben yapmadım. benim bir klonum var. ben değilim zeynep. içimde büyüyüp sana da bana da ihanet eden bir yaratık var. susma ne olur, susma!  


pişman oluyorum, aramamalıydım. söylememeliydim kimseye. öğrenmemeliydim. okuma yazmam olmasaydı keşke. ya da kör mü olsaydım? kör değilmiymişim zaten? unuturdum belki. olamaz mı? japonya amerikayı affetmedi mi? pişmanlık yasası çıkarmadılar mı pkklılara? aramamalıydım.

susmuyorsun. evet diyorsun. yaptım zeynep. bana zeynep deme, zeynebi kirletme!

susuyorsun. aloo, ses yok. bir daha arayın, sesiniz gelmiyor. evet bir daha ara ama yine konuşma, ben konuşurum sana, aloyla, efendimle, duymuyorumla anlatırım her şeyi. çok acıttın beni ama çok da özlettin kendini derim. sen sus, ama, ama... sus işte. ama orada kal. gitme. zeynep! hele şükür kızım diyor anneannem. internetten herhalde, duymadık birbirimizi.

duymadık birbirimizi anneanne. asıl sorun bu.

Pazar, Ekim 24, 2010

bak

iç sıkıntısına gark oldum. bazen elim gidiyor yazdıklarına, işte o zaman boğuluyorum. nasıl bir şey sana anlatayım:

aklından düzinelerce soru geçecek evvela. hiçbiri, ama hiiçççbiri yanıtı olan sorular olmayacak. öznesi sende gizli,  öznesi 'o' olan ama bir yerlerde hep gizlenmiş olan... yanıt yok, bunu iyi anladın mı, yanıt verecek tek kişi var, ama o da yanıtsız çünkü. bunu anlayabildiysen devam et okumaya.

her kelime hem sadistçe hem de mazoşistçe acı verecek. sado-mazo gibi bir şey yani. biraz daha açacağım, merak etme. her kelimeyle küçük bir nefes aldığını düşün. sonra o nefesin saliseden daha kısa süreyle yüreğini iğnelediğini düşün. hani yumuşak iğnelikler vardır ya, bir yazının tamamında yüreğinde yüzlerce iğne saplanmış olacak, öyle bir şey düşün işte. ve neden sadistçe; çünkü aynı acıya eşdeğer olarak yazan da acımış zamanında, belki de hala acıyor. bu yüzden.

her kelime hem sadistçe hem de mazoşistçe zevk verecek; bunu anlaman kolay, yukarıdakileri anladıysan. bilinemez olanı anlamaya çalışmanın keyfi. anlamak senin işin, sen felsefecisin.

devam et okumaya; noktalarını büyüt şimdi yazıların. her nokta bir yumruk kadar olsun. hatta beynine vuran bir yumruk olsun. her noktayla hatıraların sarsılsın. yavaşla, bekle, nefesini tut ve son nokta olmaması için yine de dua et.

anlayabiliyor musun?

devam et, lütfen. virgüllerde o bahsettiğim iğnelerin biraz çekilir gibi olduğunu düşün şimdi. bir nefes gibi. ölmek üzeresin ama sanki son nefes daha var. düşün. umudu düşün, ölmene saniyeler kala gelen bir umudu düşün. yapamadın değil mi? sana şunu dediğimi düşün o halde: 'belki olabilir, ne dersin?' şimdi anlayabildin sanırım. yoksa öldün mü?

biraz daha ister misin? ağlıyorsun o halde. gözyaşlarının kağıtlara düşmemesi için inanılmaz bir çaba harcıyorsun. yüreğin dağlanması ne demek bilir misin? bilirsin... yüreğini dağlayan her harfi tutmak istiyorsun. akıp sildikleri için yaşlarına kızıyorsun. akıp gittikleri için yaş'ına kızıyorsun. kaç yaşındaydın? 25 değil mi?

o halde burayı anlayabilirsin belki. 25 yaşında bir kızsın. dene, umutlu, heyecanlı ve sevimli bir kızsın şimdi. taptığın bir adam var. her şeyi onunla yaşadın. gözlerinin, ağzının içine bakıyorsun. ne derse olur diyorsun. aptal bir kız olduğunu düşün vesselam. yapabildin mi? seni çok seviyor bu adam, öyle sanıyorsun. hayallerin var, beraber yapacağınız milyonlarca şey var. geceleri uyumadan önce dua ediyorsun. dua ettiğini düşün, onun için, kendin için, sizin için. sonra o adamın sana ihanet ettiğini düşün. çok yaklaşmışken. vuslata çeyrek kala.

devam edecek misin?

bence etme. hiç bir hermeneutikçi yapamaz, sen de yapamazsın inan. yazan tam olarak kendini açamadığı sürece, sen sadece anlamak istediğin şekilde anlayacaksın.

gözlerime bak sadece; bir görsen, neler ağlar.

hermeneutik

Cumartesi, Ekim 16, 2010

for those who died alone

evet 'for the one unchanging' ama aynı zamanda da 'for those who died alone'.

hayata katıl artık diyenler var. hayatın ne tarafta olduğunu görebilsem. hayır bir melankoli değil, yanlış adım atmaktan korkuyorum. bu bir yeniden doğuş. çevremde beni sevenlerin olduğunu gördüm. bunu 'şimdi' görebilmek ne acı. ve ayıp tabi ki. sevginin yoğunluğunda farkedemiyor insan. başka sevgi biçimlerini göremiyor. ancak o sevgi yoğunlaşıp, yoğunlaşıp, demir kadar katı olursa? demir bir leblebi gibi kalıverirse insanın boğazında, başka sevgiler itmeye başlıyor onu. su gibi serin, süt gibi yumuşak, bal kadar tatlı...

kimse kırılmıyor bana. bir çoğu biliyor nasıl olduğumuzu. felaketi önceden görememiş kimse. insanlar bizi sonu mutlu  bitecek bir film gibi izlemiş. bizim filmimiz şaşırtıyor onları. beni de... işte bu iyi bir yönetmenin işi!

son yirmi günde, mutlu bir insanın ömrü boyunca öğrenemeyeceği şeyleri öğrendim. cehalet mutluluktur 'motto'sundan yola çıkarak tabi. kapalı kalmayı istemiştim, hiç öğrenmemiş olmayı... hiç yaşanmamış olmasını, birinin bana şaka yapmış olmasını. rüya olmasını...

şimdi uyanıyorum o rüyadan. kötü bir rüya. tesellisini bekliyor, beni şaşırtacak kadar çok insan, ki bir çoğuna söylememişken, teselli ediyor; ancak, uyanan benim, kendimi uyandırıyorum. artık teselliye ihtiyacım yok.

ne kadar uzun sürmüşse acısı da onunla orantılı olur, hayır. hayatın reçetesi yok. buna ben karar veririm.

Perşembe, Ekim 14, 2010

gyüli çkimi

ağlıyordum uyandığımda

odunpazarı'ndayız. buraya iki kere gelmiştin. bazen şükrediyorum öyle olduğuna. çok fazla gez-e-mediğimize seviniyorum şimdilerde. binalar acıtmıyor içimi çünkü. üstüme üstüme gelmiyorlar. köprülerden geçerken, köprülerim kopmuyor beni hayata bağlayan. kaldırımlarında dolaşamadık bu şehrin. ayaklarımı tutmuyor kaldırım taşları. en azından bazı saatlerinde günün. bizim ikinci şehrimizdi, ama çok da bizim olmadı. bizim şehirlerimiz olurdu. kısa bir sürede, bir sürü yer görünce, hiç de imkanımız yok gibiyken, böyle söylemeye karar vermiştik. 'bizim şehirlerimiz'.

istanbul... yeditepeli şehir, yeditepenin şehrinde/bıraktım gonca gülümü demiş ya usta; orada buldum ben de seni. ona bıraktım, ona verdim. ilk ve son kez o şehirde... ilk ve son öpücük... istanbul'a gidemem sanki. binalarını düşün, buradaki gibi de değil. köprülerini düşün! nazlı şehir, nazlı, naz-lı, naz...lı... gidemem.

yalova, çocukluğumuzun kenti. güneşin denizde boğulduğu, her daim güzel kent! rüyalarımda evimmiş gibi gördüğüm tek yer. aynı sokaklarda birbirimizden habersiz koşturmuşuz yıllarca. aynı sahil, aynı tiyatro, aynı deniz, aynı arkadaşlar, kristal büfe, minibüsler, fatih caddesi, mendirek ve lunapark! benim kırmızı olsun diye tutturduğum o eteklere sen de bindin. belki arkamdaydın. çığlıklarımız birbirine girdi de duymadık birbirimizi. seslerimiz birbirine girdi de, duymadık birbirimizi. baktık da görmedik. tuttuk ellerimizi ama hissetmedik. duymadık, duymadım; bir çığlıkmış sessizliğin, kulak vermedim. yanıyormuşsun, anlamadım. duymadın; gözlerimle anlattım, yapma artık, yapma... birşeyler var, ne olur yapma artık. fundanın düğünündeydik, dışarı çıktık sigara içmek için. bir kenara geçtik. kalabalıktan sıyrıldık. ağlıyordum, ağlıyordum eray, gözlerimle, gönlümle, tüm varlığımla ağlıyordum. sadece ağlıyordum. neden? bilmiyorum. soruyordun, bilmiyordum. abime mi, görüşemeyecek olduğumuza mı, özlediğime mi? hayır. o zaman bilmiyordum nedenini. sen biliyordun, bir türlü anlayamıyordum, neden bu kadar huzursuzum. gördün ama söyleyemedin. döndük durduk o eteklerde, hiç bitmeyecek gibi. korkuyorum çocukluğumdan, çocukluk şehrimden. içimdeki çocuk yakama yapışıyor, izin verme gitmesine.

istanbul, yalova, ankara, izmir, eskişehir, balıkesir...

odunpazarı'ndayız. yanımdasın. bana dönmüşsün. omuzlarıma dokunuyorsun, bunu yapmamdan 'o' da hoşlanıyordu. ellerimi ovuyorsun, 'o' da hoşlanıyordu. üzmeye başladığını anladığında başka şeyler yapmak istiyorsun. anlayamadığım saçma sapan şeyler yapıyorsun. bak, bunu daha önce ne sana yaptım ne de 'o'na, bunları ilk kez yapıyorum; yemin ederim. sadece 'o'na özel hiçbir şey yapmadım; yemin ederim. olmayacak. olmayacak eray, ne yaparsan yap, artık olmayacak diyorum. son ümit kırıntılarıyla deniyorsun, çabalıyorsun. yuvarlanıyorsun, alçalıyorsun, düşüyorsun... sarılıyorum, son bir defa, sımsıkı, ağlıyorum. olmayacak sevgilim, git artık. ona, kendine, yalnızlığına, git artık lütfen, olmayacak, bırak.

zülal beni sarstığında ağlıyorum. içim acıyor. uyandığımda ağlıyordum. olmayacak... git artık. gitme, git, dön, gelme, kal, kal-saydın hep o halinle, olmayacak. ağlamaya devam ediyorum. gecenin bir yarısı, sarılıyorum kuzenime, ağlıyorum.

bir an önce uyuyabilsem, gitme, vazgeçtim desem. rüya alemiyle gerçek alem arasında bir zaman farkı var mıdır? ne kadar uzaklaşmış olabilirsin. demin çay bahçesinin önündeki durakların oradaydık. ne kadar uzağa gittin. gitme!

odunpazarı'ndaydık. yukarıdaki çay bahçelerinden birinde. çay içiyoruz, sen müzik dinliyorsun. bu huyu yeni edindin. yanıbaşımdasın ama müzik dinliyorsun. sıkmamayı öğrendim seni, sıktıkça eksiliyorsun, dökülüyorsun ellerimden, azalıyorsun. ezan okunuyor, kulaklıklarını çıkarıyorsun. bir amca yaklaşıyor, yüzüne merdiven dayamıştır. gençliğini anlatıyor, tüfek, yara, kaza, kavga, göç, zenginlik, fakirlik, evlatlar, torunlar... el ele dolaşıyoruz eski mahalleleri. henüz 'o'nu tanımadın, tanımana bir ay kadar vakit var. ama tam olarak benim değilsin, buna rağmen.

kahvaltıda, ece -zülalin ev arkadaşı- diyor ki; rüyada ölmüş ya da ayrılmış birini giderken gördüğünde artık ölümü/ayrılığı kabullenmişsin demektir. için rahatlayacak bundan sonra. o gün eskişehire döneceğim gün.

kazımı dinliyorum. gyuli çkimi'yi söylüyor. dertsiz adamı ağlatacak türden, ama o rüyayı hatırlatıyor bana. boğazında yumruk kadar bir düğüm olur ya, nefes alamazsın, ağlamak istersin ağlayamazsın. işte öyle oluyor. sözleri lazca, anlamıyorum, ne diyorsun kazım? ne vardı bu kadar yakacak. umay umay bir gün yolda giderken bir şarkı duydum, içim acıdı demiş bunun için. işte öyle bir şarkı zaten, ama kaynıyor kalbim.

sarılıyorum, bırakmam gerektiğini biliyorum. kendime şaşırıyorum, irademi kullanıp bırakabildiğim için. git diyorum, git artık, olmayacak.

gyuli çkimi/gülüm benim
dido miğun guis derdi meraği / yüreğim çok yaralı, derdim var
si domçvi do domgxali gyuli çkimi / yaktın kül ettin sen beni gülüm
ızmoceteğn alis dologaüidi / rüyamda boynuna sarılmıştım
gomqugxişi mgarinis yevuqidi / ağlıyordum uyandığımda

rüyamı hatırlıyorum. sarılmıştım boynuna, git dedim ama gittiğini görmedim eray, gittiğini görmedim...

Pazartesi, Ekim 11, 2010

09.10.2010/geçmişin gölgesinden geleceğin uğultusuna

yapmam gerekeni yapmak üzereyim. (rüzgar, zifiriyi söylüyor).

saklı bir sandık, ne kadar durabilirdi açılmadan. açmak için sebep yalnızca merak ya da içindekileri kullanmak değilmiş. arada sırada bakardım içine, içimize, geçmişimize ve tabi geleceğimize. şimdi yine açmaya yeltendim, bu kez meraktan değil, hasret gidermek için -hayır değil-, kullanmak için de değil... atmak istedim hepsini, içimizi, geçmişimizi ve tabi geleceğimizi. 'biz' in müzesi adeta. yapamıyorum; bir baksana şunlara, sen nasıl yapabildin?

dört yıl önce bir bahar günü, mayıs olmalı, felsefe kongresindeyiz. önümüzdeki kağıda yorumlar yazıyoruz, komik şeyler, felsefi şeyler. masalara not tutmak için konulan kağıtlardan birini parçalamaya başlıyorsun. her küçük parçada bir kelime, 'aşkım', 'benim' heyecanlanıyorum, gülümsüyorum, gülümsüyorsun. mahçup mahçup bakıyorsun ve; 'iyiki', 'varsın', 'aydınlattın', 'çok', 'seviyorum', 'ama', 'her', 'şeyden', 'çok!'... burada, önümde duruyorlar. birkaç küçük kağıt parçası...

kokunu almak istiyorum, saman kağıt kokusu var sadece. saman kağıtlar kullanırdın ders çalışırken. o günlerden birinin kokusunu alabilsem... neden? hep aklımda, düzeliyorum derken yeniden... neden, neden yaptın? nasıl yapabildin?

biraz daha büyük bir kağıt parçası, geçen yıl aralık yirmi iki, ikibindokuz: 'bu yürek bir daha başkasına açmaz kapılarını, bu kadar.' senden ayrıldığımı söylediğim gün yazmışsın hem de, yemyeşil kırlarda koşup, dinlenmek için oturduğumuzda değil. kuzgunla da birlikte olduğun dönemde üstelik... sen nesin? ve devamında; 'dünyadaki bütün kızları tanımıyorum ama 'biliyorum' ki, içlerinde sevilmeyi en çok hak edensin.' bana teklifte bulunduğun gün buna benzer birşey söylemiştin. (iyi gönderme)

kafamı allak bullak ediyorsun, atmak istemiyorum bunları. beynimi çorbaya çevirseler de, o günlerin kokusu... hastayım sanki, alamıyorum kokunu. hastalanmıştım, hastalandığımda beter oluyorum; bilirsin. için yanardı hastalandığımda. binbir şey bulup getirirdin bir an önce iyileşeyim diye. bir başka kağıt; mavi, birinci sınıftaki defterinden... çok önemli şeyler listesi: sıcacık banyo, ıhlamur (bir bardaktan fazla), çorba, iice giyinmek, çorba. eray'ı düşünmek, ders çalışmak, eray'ı düşünmek, yatmak, rüyada eray'ı görmek. şimdi yine hastayım. bir iç kanama, kalp yırtılması, beynin dağılması, el titremesi, düzensiz aralıklarda ağlamak, iştahsızlık, uykusuzluk, yorgunluk. tıptaki karşılığı; aşk acısı. listemde ise sadece şu var; eray'ı düşünmek... yeni bir liste yazabilir misin? söylesene ne yaparsam iyileşirim? ne yaparsan iyileşirim? hadi geri döndür...

demiryollarından aldığımız bir broşür çıkıyor; balkanlardan başlamayı düşünmüştük. hem ucuzdu hem kısaydı. birer sırt çantası, trenle balkan turu... broşürü tutmak bile heyecanlandırmaya yetmişti bizi. gitmesek de oradaydık. kolay değil sevgili, ikiyüzyirmi kilometreyle giderken duvara toslamış gibiyim. film şeridi...

bir ajandanın yarım sayfası, yirmi altı mayısı gösteriyor. altının boşluğunu karalamışsın -yine-. zeynep-eray yazmışsın. arada bir de kalp var. çirkin ama sevimli bir el yazısı... onu da başka eller anlatıyor şimdi. değişik bir duygu olmalı, aynı karakteri, aynı hisleri paylaşan başka başka insanların anlatması. bunu genelde insanlar arkadaşlarıyla denerler. belki bambaşka bir insan oluyordun. of! ama aynı hislerde iki insan değiliz biz, neden göremiyorsun? göremedin.

bir sınav giriş belgesi, dershaneden. bir kitabın arasında bulmuştum. atmaya kıyamadım, sakladım.

çınarcık belediyesi otobüs bileti... bir gün, çok uzun ayrı kaldığımız bir gün -ki bir haftadan fazla değildi- atlayıp feribota, yalovaya gelmiştim. mendirek miydi orası? küçükken, hep gitmek için tutturduğum yer... yine tutturmuştum, götürmüştün. bana evlenme teklif ettiğin ikinci yer. hep korktum, bu kadar genç... nasıl inandım? ben aklıselim olandım. ama '...sadece seni tanıyanlar değil, hayatında seni bir kez görenler bile sana çok şey borçlu. çünkü bebek suratlım, bakışlarına bir kez yakalanan birinin hayatı, bir daha aynı olmuyo.' gibi laflar, aklı, selimi, beni, kimi olsa uçururdu; aynı defterden başka bir kağıt...

ve bir başka defterden bir başka kağıt; tarih ikibinyedi '... bir şeyler hep aynı kalacak.''biz'' hep aynı kalacak örneğin. gözlerindeki masumiyet, yüreğindeki çocuk hiçbir yere gitmeyecek. dokunuşlarındaki kibarlık, o incitmekten korkan ellerinde kalacak her zaman... insan aslında geçmişiyle değil geleceğiyle yaşar. geçmişi sadece geleceğini anlatsın diye arada bir baktığı bir sihirli küreden ibarettir. şimdi geçmişe bakıyorum da o kadar güzel bir gelecek görüyorum ki! hep bizle dolu, hep bize dair.' bunları gördükçe amacımdan şaşıyorum; içimizi, geçmişimizi ve geleceğimizi atamıyorum.

bir kez daha görmek isterim seni. soracağım tek bir soru olacak, nasıl başarabildin? bana da yardım edersin belki, anlatırsın uzun uzun. belki o zaman nefret de ederim senden. seni içimden çıkarmaktan da korkmadan hayatıma devam edebilirim.

benden bir sayfa geçiyor elime, sana vermeyi unutmuşum, ama okuduğunu biliyorum. tarih ikibinaltı; ''ben şimdi bu çocuğu nasıl bir sebep bulup affedebilirim'' diye düşünürken, yerde bir kağıt belirir: 'patates bir kilo, sovan bir kilo.'' bundan bir sene öncesine kadar, affetmek için yetebilecek bir kağıt. şimdi sorsam sana, kaç kütüphaneyi toplarsan, kaç ormandan kağıt yapıp yazsan, bunlarla kaç yıl uğraşsan affedebilirim?

bana bakışlarını gördüm, onlar yalan söylemiyorlardı. yazdıkların doğruydu, inandıkların, hayallerin, düşüncelerin. bir yerlerde kırılıyoruz. zihnim o kadar bulanık ki. akıyor sürekli yaşananlar, bazıları hayal ürünüm belki de, öyleyse bile güzel, çok güzel... tam durulurken, bir taş daha atıyorsun. netleşeceğini düşündüğüm her seferde, diplere doğru yeni ve büyük bir taş daha saplanıyor. diplerimi görüyorum, el yordamıyla. o kadar zifiri, uğultulu...

geçmiş dediğin o sihirli küreye baktığımda gördüğüm bunlar ve eğer dediğin gibiyse, geleceği onunla göremiyorum. seninle dolu, bize dair birşeyler var ve ancak bu kadar. zifiri ve uğultulu.

Cumartesi, Ekim 09, 2010

ihtimalsiz
















7 ekim-9 ekim ihtimal...

iki hafta bir gün geçti. ilk günlerinin kimi detaylarını hatırlayamadığım onaltı gün. çoğunlukla sızıyordum. en son mezuniyetimde sarhoş olmuştum ama en son seni tanımadan önce sarhoş olmak için içmiştim. seni ilk kez rüyamda gördüğüm gece -ki henüz tanışmamıştık- sarhoştum. sana ilk yazımı, seninle tanışmadan önceki son bir temmuzda yazdım. ertesi gün doğduğun günmüş. umarım bundan sonraki ilk bir temmuzda çoktan yazmayı bırakmış olurum.

seni tanımadan önce sevmiştim seni. bu kadar uyumlu olmasaydın, biraz kendin olsaydın, birkaç hafta sürerdi; belki de. ihtimaller... seni bir plajda tanımış olsaydım, yıllarca aynı yerlerde karşılaşmayacak olsaydık, bir yaz aşkı olur, biterdi; belki. seni hiç görmemiş olsaydım, yine sana yazıyor olacaktım ama, bu kesin. çünkü sen aslında, sen değilsin.

'bundan binlerce yıl önce doğmuş olabilirdim, şu an yeni doğmuş bir bebek de olabilirdim, başka bir varlığın vücuduyla da gelebilirdim dünyaya. seni bulabildiğim için çok şanslıyım.' demiştin. ihtimaller... ellerimi tuttun sımsıkı, karaköydeyiz. bir vapur yanaşıyor. sebepsizce gezindiğimiz günlerden biri. sadece gitmek için gidiyoruz. sadece şahidimiz olsun istanbul. gülümsemeye çalışıyorum, ağlarken gülümsemem hoşuna gitmiş olmalı. sarılıyorsun. kendimi bir filmin içinde gibi hissediyorum, aşk dolu bir film. birçoklarını sıkacak cinsten.

onaltı gün geçti, ihtimalsiziz. senin pek umurunda değil zaten. buna hazırdın; biliyorsun, bir senelik hazırlık... ellerimi tutmuyorsun sımsıkı. durağa yürüyoruz. gerektiğinde tutuyormuşsun gibi sanki. centilmenliğinden sadece sanki. aynı hazzı alamıyorum. korkuyorum. bitecek, hissizleşeceğiz. hissizleşmeden önce hissizleşmekten korkar da insan, hissizleştikten sonra; saçmalıktır bütün korkular. sen korkmuyorsun, ben ürperiyorum. ensemde tekinsiz bir nefes, zaman zaman soğuk geliyor. itiraz ediyorsun. saçmalıyorum sadece.

ilk kez aldatıldım. aptal olduğumu düşünme sakın. evet, gözüme sokulmasaydı anlamayacaktım da. ben senin sandığın kadar güçlü biri değilim. öyle görünmeyi becerebilecek kadar iyi bir oyuncu belki sadece. öyle olduğumu sandığın için miydi yaptıkların. bıraksaydın keşke, evet o şekilde atlatırdım sanki. ihtimal... ama şimdi bir enkaz bıraktın. beni hazırlamaya mı çalıştın? öyle davranarak. o halde neden, neden geri döndün defalarca? neden af diledin? kurduğun af cümlelerinin altında neler saklıymış. tanrım! bir daha, bir daha yaşıyorum her gününü, kabus... hiç tahmin edemeyeceğim kadar kurnaz... vicdanını rahatlatabildi mi söylediklerin? 'bir erkeği affedebilmektir en güzel hediye. yaptığı hataları sevgisinden yaptığına, o kadar çok sevdiğine ki kaybetmekten korktuğuna, yaptığı hiçbir şeyin mazeret teşkil edemeyecek olduğuna ama çok sevdiğine inanmaktır' demişsin. geçtiğimiz bir temmuzda. belki bana bile değildi yakarışın. ihtimaller... içini açıp sayfa sayfa okuyamıyorsun ki insanların. üstelik bunu kendinde yapmayı başaramamışken karşındaki. hiç anlamamış olsaydım, bir gün evlenecektik belki de. ihtimaller... bu acı, o zaman nasıl sökülürdü, şimdi bile çok korkunçken?

gözlerimi kapadığımda yüzün beliriyor. bir gün gelecek ve yavaş yavaş silineceksin. ama hiç varolmamış bir dünya hayal ediyorum. kuzgun gözlerin bizi bir yerlerden tehdit etmediği. seni son halinle bildiğim bir dünya; buna gücün yetmez sevgili, beceremezsin. ben de beceremem, biz de beceremeyiz. ihtimalsiziz.

doğru olanın ne olduğunu adım gibi biliyorum. ama elim varmıyor, ayaklarım yürümüyor, kalbim atmıyor unutmaya çalıştığımda. sana çarpmıyor olsaydı kalbim, seni hecelemeseydi her atışında, ellerim seninkilerin içinde değilken boşlukta debeleniyor olmasaydı, ayaklarım sadece sana gelmek için yürümeseydiler. başını göğsüme yaslardın, bak derdim, e-ray. düm-düm değil, e-ray. kalplerimizi değiştirmiştik bir keresinde, hatırlayacaksın, bunu unutma lütfen. benimki sende kaldı. benim kalbimle mi sevdin kuzgunu? biliyor musun, severdim ben de onu. bazen yazdıklarına bakıyorum da, dilim varmıyor kötü laflar söylemeye.

kalbim sende kaldı, unutma bunu. kalbim oradayken, ihtimalinden emin olduğum tek bir şey var; yaşayamam, ihtimalsizim.

Salı, Ekim 05, 2010

05.10.2010/sonsuzluğun sınırında



















bulanık

hayat, herşeye rağmen yaşanmaya değer olacak ki, buradayım hala. umudumsa acımı arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. başka umutları da bulamayacak kadar kötürümüm. ama çıktım bitkisel hayattan.parmaklarımı kıpırdattım. yaşamak istiyorum.

biri bana sonsuzluğun bu kadar kısa olmadığını söylesin. sonsuza düşüyorum, sonsuzluğun içinde birşeyler yapmaya başladığında, sonsuz, sonsuz olur mu? sevgi de sonsuz olamaz o halde.

biri bana bu kadar kısa olmadığını söyleyebilir mi? sonsuza yaklaşabilir mi insan? sonsuza kadar deme sakın, bir şeye kadar dediğin an sınır çizdiğini gördün mü? sınırların bu kadar mı? bu kadarmıymışsın? evrensel küme çizilir mi?

bir karatahtanın önündeyiz, ilk denediğinde cesaret edemedin, ikinci gün soruyorsun. evet siliyorum tahtadan: aklıma geliyor birdenbire, tahtadaki yazıları siliyorum. dört harf kalıyor; E v e T... o günden geçen seneye kadar, günler asırlar gibi geçti. asırlara sığamayacak kadar şey, asırlara sığamayacak kadar sevgi... ve o günden geçen seneye kadar, günler saatler gibi geçti. hep taptaze, yepyeni.

taze bir kokuyla geliyorsun bana hergün, yaklaştıkça uyuşuyorum. korkuyorum; duyularım alışacak. çok korktun belki de sen de. hissedememekten...

şşt, şşt, küçükhanım diyordu bir ses. bu mektup Feride Hanım'a. Feride okuyor yazıları. o gece ayrılıyor evden, hayallerinden. sarı çiçeğim dermiş ona. sarı bir çiçek kadar narinmiş. kabuğundan çıkmayı bekliyormuş sanki.

kokumu anlayamamaktan korktun, uyuştun, başka çiçeklere sığındın belki.

bir akşam seslendi bana kuzgun; şşt, şşt, küçükhanım... topladım bavulumu, evden, hayallerimden, senden çıktım. kaçabilir miyim senden? sen o kadar ben oldun ki... kaçabilir miyim kendimden?

hayat o kadar değer ki yaşamaya. benden bir zerre kalacak sen koptukça. o yüzden senden nefret etmemeyi öğreniyorum işte. yaşamayı yeniden öğreniyorum; bebek adımları...

başka bir boyutta sürüyor sevgimiz. süren bir şey sonsuz olur mu, sonsuzun süresi olur mu?

Pazartesi, Ekim 04, 2010

05.10.2010/ damla



















acının sesi-yasmin levy

süzüldün gözlerimden. yıllarca saklamıştım seni orada. baktığım herşeyin odağındaydın. aşağıya, ağır ağır yuvarlandın. geri alman mümkün değil; bunu istemiyorsun belki de. biriktin yavaşça, sana baktıklarında kendilerini gördüler, beni gördüler.

beşiktaşta bir parktayız. tüm gün yürümüşüz, yorulmak nedir bilmiyoruz. havaya aldırmıyoruz. yağmur da bizim için, güneş de... bir banka çöküyoruz, sokuluyorum usulca sana. bir köpek geçiyor önümüzden; sokak köpeği, kirli, ıslak, cılız... şarapçılar var ileride. kendi aralarında gülüşüyorlar. korkuyorum onlardan. 'korkma, en zararsız varlıkları onlar dünyanın. tek zararları kendilerine'. bir gün, sensiz kalırsam, her yanı paçavra, pejmürde bir kadın olurum herhalde. dudağımda bir sigara, ellerim kirli, simsiyah, pijamadan bozma dolanırım sokaklarda, gece gündüz. biri yaklaşıyor; nedendi hatırlıyor musun? sigara da istememişti bizden. bu kız benim kardeşim dedi. beyefendi, üzme onu sakın tamam mı? bu kızın yanından ayrılma tamam mı? sanki eski bir istanbul beyi, şarap bozmuş ağzını, aklını düzeltmiş sanki. siz... (bir şeyler geveliyor, duyamıyoruz) seviyorsunuz birbirinizi. bu kızı üzme, o benim kızkardeşimdir. onu da dinlemedin demek ki. beyefendi (yine geveleniyor)... benim kızkardeşim o, yanlış anlama. bir şey söyleyeyim ona, izin verir misin? 'tabi, buyrun'. küçük hanım, gözlerinize meftun oldum, meftun eder gözleriniz. şarkı söyleyerek uzaklaşıyor.gurur duyuyorsun. meftundun, kuzgun gözler, bozdu mu büyüyü. kara büyü mü yaptı?

gözlerim seni döküyor şimdi. kopuyorsun parça parça. tanrım, bu kadar mı işledin bana, benden kopuyorsun, beni koparıyorsun. tanrım, bu nasıl acı! çıkıyorsun biraz biraz içimden. onlara bakıyorlar, kendilerini görüyorlar, seni görüyorlar. aşağı süzülüyorsun, yanaklarıma. hergün en az bin kere öperdin, milyonun hatrı kalırdı ya hani? Süreya, sadece bana yazmamış demek ki. ah Süreya! sen istemezdin bir kadının canını bu kadar yakmayı. bir görseydin beni, o kalemle içimi deldiğini, elin varır mıydı o kağıtlara? ah Süreya! yandın mı ki bu kadar? sana aldığım ilk doğum günü hediyesiydi, bir çantanın içinde Asaf. bulurdun onu başka yerlerden de -nereden geldi ki şimdi benim aklıma-.

dökülüyorsun tek tek. ne kadar çokmuşsun bende! ummadığım, farketmeden sakladığım binlercesin. bebek sen, çocuk sen, gülen sen, ağlayan sen, sarılan, öpen sen, kızan sen, giden sen, kaybolan sen... bir sürüsünüz. hepinizle başa çıkabilecek miyim? korkuyorum, ya kalırsa birazınız? gidiverin, yakmayın artık.

ince ince süzülüyorsun dudağımın kenarına. tatlı yer derdin hani. dudağımdan öpememe bahanesiydi belki. dört temmuz ikibinon, saat yirmi onbeş, otobüsün kapısındayım. vedalaşamıyoruz uzun uzun, çok da kırgınım sana. otobüs hareket ediyor, yetişip öpüyorsun tatlı yerden. son kez... milyarların hatrı kalıyor, benim hatrım kalıyor. bir parça hatrım vardır herhalde? hadi geri döndür. hadi yeniden yaz. sil, kaybet, unut, unut-tur.

çeneme doğru süzülüyorsun, tenimde buharlaşıyorsun. yavaş yavaş bitmek bu olsa gerek; biter misin? biter misin, gider misin, yiter misin, hiç olmamış gibi; lütfen. çenemden tutup kaldırırdın bakışlarımı, ağlamama dayanamazdın. ne güzel bakardın sen. yumuşacık, dopdolu... neler okurdum onlarda. gözlerinde kendimi görürdüm, kendimde seni... kaybolurduk, iç içe, tekleşirdik. bir olurduk. dikelim birbirimizi derdim, hiç kopmayan iplerle. ayrılmayalım birbirimizden. 'bir gün gerçekten hiç ayrılmayacağız, çok az kaldı sabret'. o gün bugün mü?


.......................................................................

bir hikayeden bahsediyorum parlayan gözlerle. heyecanla dinliyorsun. bir damlanın gökten kopup yere düşüşü olacak. 'eminim çok güzel olacak'. o damla benden kopuyor, düşüşün oluyor, düşüyorsun gözümden. üzgünüm...